AÖF - Açıköğretim - Ders Notları - Çıkmış Sorular
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ 4 YILLIK BÖLÜMLER DERS NOTLARI
İşletme Bölümü
[Final] Davranış Bilimleri 2 Ders Notu
- Kayıt Tarihi:
- 31.07.2014
- Cinsiyet :
- Bay
- Okulu :
- Anadolu Aöf
- Bölümü :
- Kamu Yönetimi
- Konum:
- Ankara
Davranış Bilimleri 2 Final 5. 6. 7. 8. Ünite Ders Notları ve Özetleri
En genel tanımıyla öğrenme, bireyde yaşantı sonucu ortaya çıkan oldukça kalıcı davranış değişikliğine verilen isimdir. Davranış, insanın etkinlikleridir. Davranışlar, reşeks ve içgüdü adını alarak doğuştan gelebilir veya sonradan kazanılır.
Öğrenme, bireyin davranış potansiyelini oluşturur. Performans ise organizmanın gerçekte ne yaptığına ilişkindir.
Performansı kalıtım ve çevre birlikte ortaya çıkarırlar. Bir başka ifadeyle doğuştan getirilmiş davranışlar ile sonradan kazanılmış yani öğrenilmiş davranışlar performansı belirler Davranış genellikle bir ihtiyaç nedeniyle ortaya çıkar.
İhtiyaç, organizmada eksik olan herhangi bir şeydir. Bunlar doğuştan gelmiş birincil ihtiyaçlar (yemek, içmek, barınmak, üremek gibi...) veya sonradan ortaya çıkmış yaşamsal önemi olmayan ikincil ihtiyaçlar (iyi giyinmek, beğenilmek, statü kazanmak gibi...) olarak ikiye ayrılır.
İhtiyaç düzeyi arttığında dürtü adını alır ve kendini hissettirir. Dürtü yükseldiğinde güdü adını alır ve bizi harekete geçirerek o ihtiyacı gidermeyi dener.
Güdülenmedeki değişiklikler aynı potansiyele sahip iki kişinin farklı performans vermesine yol açabilir. Performans, öğrenme ve güdülenmenin bir fonksiyonu olarak değerlendirilir.
Davranışçılar açık, somut ve gözlenebilen davranış ile ilgilenir. Bunun ardında karmaşık bir mekanizma aramaz ve davranışın çevreden öğrenilmiş uyarantepki bağlantılarından ibaret olduğunu savunurlar.
Davranışçılık akımı John B. Watson tarafından başlatılmış ve günümüze dek gelişimini sürdürmüştür. Davranışçı öğrenme kuramlarının ilki Ivan Pavlov’un Klasik Koşullanma kuramıdır.
Bunu Pavlov’un çalışmasından etkilenen Watson’nın kuramı izlemiştir. Klasik koşullanma, doğal bir uyarıcıya kendiliğinden ortaya çıkan bir tepkinin nötr bir çevresel uyarıcıya bağlanmasıdır.
Bundan sonra bu nötr uyarıcı koşullu uyarıcı adını alarak baştaki doğal ama artık koşullu tepki adını almış tepkiyi başlatacaktır. Guthrie’nin Bitişiklik İlkesi kuramına göre öğrenme “tek deneme”de tamamlanır.
Bu kuramın temel ilkesi zaman olarak yakın uyarıcıların öğrenildiği biçimindedir. Bir uyaran ve tepkinin bir defa bile yan yana gelmesi öğrenme için yeterlidir.
Thorndike’ın Deneme Yanılma Yoluyla Öğrenme Kuramında (Bağlaşımcılık) öğrenmenin denemeyanılma ile gerçekleştiği rapor edilmiştir.
Canlı, bir problem durumuyla karşılaştığında çevresindeki uyaranlara çeşitli tepkiler verir. Bunları sonuçlarına göre sınar ve uygun sonuç verenleri seçerek yeni uyarantepki bağları oluşturur.
Bu durum Thorndike’ın ünlü etki kanununda açıklanmış ve bir davranışı tatmin edici bir sonuç (ödül) izliyorsa o davranışın öğrenileceği söylenmiştir.
Skinner, Edimsel Koşullanma Kuramında Thorndike’a benzer biçimde davranışın sonunda çevrede ortaya çıkan değişikliğin bu tepkinin tekrarlanıp tekrarlanmayacağına karar vereceğini söylemiştir. Pekiştirici, klasik koşullanmanın aksine uyaranla değil tepkiyle bağ kurmuştur.
Köklerini geleneksel davranışçı yaklaşımdan almakla birlikte sosyal öğrenme kuramı doğrudan pekiştirmenin tüm öğrenmeleri açıklayamayacağı görüşündedir.
Bu yaklaşımın en önemli temsilcisi olan Bandura, gözlem ve taklit yoluyla davranışların öğrenildiğini savunmaktadır. Bu öğrenme kuramı klasik ve edimsel koşullanmadan farklıdır.
Bu kuramların her ikisinde de gözlenen davranışın çevredeki uyaran ya da sonuçlarla ilişkisi üzerinde durulur. Organizmanın iç yapısı dikkate alınmaz.
Bandura ise bitişiklik ve pekiştirmenin önemini kabul etmekle beraber canlının çevresindeki uyaranlara dikkat, bilgiyi hatırda tutma gibi iç süreçler aracılığı ile tepki verdiğini söylemiş ve toplumun davranışlarımızda büyük bir role sahip olduğunu vurgulamıştır.
Bu anlamda Bandura’nın davranışçı ve bilişsel kuramlar arasında bir geçiş oluşturduğunu kabul edebiliriz.
Davranışçı yaklaşımcılar, öğrenmede dış etkenlerin (bitişiklik, pekiştirme gibi) önemi üzerinde durmalarına karşın bilişsel yaklaşımcılar öğrenmenin “biliş” kelimesinin ifade ettiği bilme, anlama, kavrama, yargılama gibi iç etkenlerin kontrolünde gerçekleştiğini söylerler.
Bilişsel kuramların temelinde Gestalt yaklaşımı bulunmaktadır. Gestalt, “organize bir bütün” anlamına gelmektedir. Gestalt psikologları, duyu organlarının beyne bilgi unsurları getirdiğini, beynin bunları bir araya getirerek bir anlam yüklediğini öne sürmüşlerdir.
Bu akımın önemli temsilcilerinden Tolman, Gizil Öğrenme Kuramında canlının basit uyaran tepki bağlarını zihninde tutarak değil, çevrenin “bilişsel harita”sını zihninde oluşturarak öğrendiğini bildirmiştir.
Birey çevreyi amaç ve beklentileri doğrultusunda değerlendirir, “gizil” olarak öğrenir ve gerekiyorsa bir davranış sergiler.
Köhler, İçgörüsel Öğrenme kuramında canlı problemin temel noktalarına odaklanarak inceleme yapar, tahmine dayalı birkaç deneme yanılma davranışından sonra kısa bir düşünme dönemi geçirir ve ardından da içgörü yoluyla problemin çözümü gelir.
Bilgiyi İşleme Kuramında ise bireyin zihnine çevreden gelen uyarıcıların bireyin zihninde algılanarak anlamlı verilere dönüştürüldüğü, bu bilgilere göre bir tepki verildiği ya da bilginin sonradan kullanılmak üzere saklandığını öne sürülmüştür.
İnsan beyni çok gelişmiş bir bilgisayar olarak gelen verileri işlemden geçirmekte ve bu sürece göre tepki vermektedir. Bu görüş klasik koşullanmanın tam tersini savunmaktadır. Biliş kuramcılarına göre tüm davranışlar amaçlıdır.
Davranış, kişinin çevresini algılamasına ve amaçları doğrultusunda yorumlamasına bağlıdır. Bu nedenle aynı uyaran, bireyler tarafından farklı biçimlerde değerlendirilir ve farklı tepkilere neden olur.
Kişilik, yapısal olarak çok boyutlu ve dinamik bir kavrama işaret etmektedir. Gündelik hayatta herkesin üzerinde uzlaşabildiği bir anlama sahip olarak görünse de teorik açıdan çok çeşitli açıklamalara ve tanımlamalara sahiptir.
Bunun en temel nedeni ise kişiliğin doğrudan gözlenebilir veya ölçülebilir bir nitelik olmasından ziyade, kişinin sosyal ilişkilerinde, düşüncelerinde veya eylemlerinde cisimleşen bir nitelik olmasıdır. Bu nedenle kişilik, ancak varsayılan boyutları üzerinden tanımlanmaya ve ölçülmeye çalışılmaktadır.
Kavramın sahip olduğu bu dinamik yanı ise kavramın olası bir tanımı üzerindeki görüş birliğini azaltmaktadır.
Kişiliği çok boyutlu bir anlayışla ele alan ve yaygın olarak kullanılan çeşitli tanımlar söz konusudur: “Kişilik, bireyin kendine özgü olan, değişik durumlarda ve zaman içinde kalıcı olan duygu, düşünce ve davranış örüntüsüdür.” (Morgan, 2002).
Kişilik, bireyin iç ve dış çevresiyle kurduğu, diğer bireylerden ayırt edici, tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimidir (Cüceloğlu, 1991).
Kişilik, bireye özel olan, onun “biricik” olmasını sağlayan özelliklerle, bireyi diğerlerinden ayıran farklı kılan “ayırıcı” özellikler kümesidir (Karakaş, 2010).
Yukarıda örneklendirilen kişilik tanımları değerlendirildiğinde, kavramın anlaşılması sürecinde üç temel boyutun öne çıktığı görülmektedir. Bunlar; “ayırt edicilik”, “tutarlılık” ve “ilişkisellik”dir. Kişiliğin gelişiminde etkili olan faktörler; yetenekler, aile ve sosyal etkilerdir.
Bir kişinin sahip olduğu yetenekler, söz konusu kişinin dikkatinin ve eylemlerinin belirli bir alana yönelmesini sağlayarak kişiliğin gelişimini etkilemektedir.
Aile ise kişilik kuramlarının da belirttiği üzere çocuğun eğitim, sosyalleşme, öğrenme ve model alma gibi pek çok süreci ilk kez yaşadığı bir ortamdır.
Bu bağlamda aile ortamı, anne baba ile olan ilişkiler ve aile içi eğitim, kişiliğin yapılanması ve gelişmesinde rol oynayan diğer bir faktörü oluşturur.
Kişinin içinde yaşağıdığı sosyokültürel bağlama gönderme yapan sosyal etkiler ise toplumsallaşma süreciyle birlikte kültürün, kişilik gelişimi üzerindeki etkilerini betimlemektedir.
Bu ünitede dört temel kişilik kuramına yer verilmiştir: Psikanalitik Kuram, Kişisel Özellikler Kuramı, Sosyal Davranış Kuramı ve Fenomenolojik Yaklaşım.
Psikanalitik Kuram, bilinçaltının güdüleyici enerjisini, farklı içsel süreçler arasındaki çatışmaları ve bu çatışmaların davranışı oluşturma süreçlerini anlamaya yönelik felsefi bir yaklaşımdır.
Bilinç düzeyinde farkında olmadığımız bütün fikir, duygu ve düşüncelerimizi kapsayan bilinçaltı üzerinde odaklanan Freud’un fikirleri psikanalizin temelini oluşturur.
Sosyal Davranış Kuramı, kişilikte sonradan edinilen deneyimlerin, yani çevrenin etkisini vurgulayan geleneksel davranışçılığın görüşlerini genişletmiştir.
Sosyal öğrenme kuramı, davranışı sadece uyaran ve tepki bağlamında açıklanmasını yetersiz bulmuş ve davranışın ardında yatan tutumlar, düşünceler gibi içsel faktörleri vurgulamıştır. Kuramın temel varsayımını ise davranış-çevre-davranış etkileşimi oluşturmaktadır.
Kişisel Özellik Kuramı, bireylerin sahip olduğu kişilik özelliklerinin zaman içinde değişmez olduğunu ve çeşitli durumlar karşısında kararlılık gösterdiğini varsayan bu kuram, kişiliği ve insan davranışlarını açıklamaktan ziyade öngörmeye çalışmaktadır. Bu açıdan çeşitli kişilik özellikleri kategorilendirilerek kişilik tipleri oluşturulmaya çalışılmıştır.
Fenomenolojik Yaklaşımı diğer kişilik kuramlarından ayıran temel nokta, kişilerin kendi eylemlerinden büyük oranda sorumlu olduğunu varsaymasıdır. Bu kuram tarafından insan yaşamda seçenekleri olan, bunlar arasından kendine uyan seçimleri yapabilen, yaratıcı, kendini gerçekleştirmek için uğraş veren bir varlık olarak kabul edilmektedir.
Fenomenolojik yaklaşımın dayandığı kavramlarsa şu şekildedir: Kişisel sorumluluk, şimdi ve burada, bireyin fenomenolojisi ve kişisel gelişim. Her bir kişilik kuramı, kişiliğe dair kendi kavramsallaştırmaları doğrultusunda açıklamalar getirmiştir.
Buna göre psikanalitik kuram, kişiliğin temelini bilinç dışından ve cinsel güdü ile zihinin yapısal özellikleri arasındaki çatışmalardan hareketle açıklamaktadır. Sosyal Davranış kuramı ise kişiliği, çeşitli öğrenme süreçleri üzerinden ele almaktadır.
Bu görüşe göre kişilik, başkalarının davranışlarını taklit ve gözleme yoluyla öğrenilmiş davranışlar örüntüsü olarak tanımlanmaktadır. Kişisel özellikler yaklaşımı ise kişiliği, çeşitli kişilik özelliklerinden oluşan bir yapı olarak betimlemektedir.
Söz konusu bu kişilik özelliklerinin her birinin birer davranış eğilimini yansıttığı ve bireylerin bu kişilik özelliklerinin düzeyleri veya baskınlıkları açısından birbirinden farklılaştıkları varsayılmaktadır.
Bu noktada kişisel özellikler kuramı, diğer yaklaşımlardan ayrılarak kişilik özelliklerinin ölçülmesi üzerinde yoğunlaşmaktadırlar.
Fenomenolojik yaklaşım ise kişiliği ele alırken durumun nesnel koşulları veya çocukluk güdüleri yerine bireyin şu anda ne olduğuna dair öznel görüşüne odaklanır. Kurama göre, kişilik ve davranışlar ancak bireyin içinde bulunduğu durumu nasıl anlamlandırdığının öğrenilmesiyle anlaşılır (Atkinson ve diğerleri,1995).
Ayrıca kişiliğin gelişmesi sürecinde ise bireyin sahip olduğu potansiyeli gerçekleştirmesi önem taşımaktadır.
Stresin tanımlanması konusunda farklı bakış açıları vardır. Bu konuda organizmanın verdiği tepkileri temel alan yaklaşımlar, organizmanın stres altında verdiği tepkilere yoğunlaşmışlardır.
Başımıza gelen olaylar temel alınarak yapılan açıklamalar ise kişilerin başlarına gelen büyük yaşam olaylarının ve günlük sıkıntıların kişi üzerindeki etkisini incelemişlerdir.
Stres konusunda en fazla kabul gören yaklaşımlardan biri olan Transaksiyonel model ise stresi uyarıcının algılanması ile değil, onun zihinsel değerlendirilmesi ile ortaya çıkan bir durum olarak ele almaktadır.
Lazarus ve Folkman (1987) tarafından önerilen transaksiyonel modelde stres, kişi ve çevre arasındaki etkileşim bağlamında tanımlanmıştır.
Stresörü tanımlayan şey, kişinin ona ilişkin yapmış olduğu değerlendirmelerdir. Bu değerlendir meler sırasında kişi önce stresörü tanımlar. Buna birincil değerlendirme denir.
Daha sonra stresle başa çıkmak için gerekli olan kaynakları değerlendirir. Buna da ikincil değerlendirme denir.
İkincil değerlendirme süreçleri özellikle başa çıkma stratejilerinin kullanımına rehberlik eder. Seçilen stratejinin ne olduğu bireyin psikolojik uyumu konusunda belirleyici olur.
Lazarus ve Folkman (1987), başa çıkma stratejileri konusunda problem odaklı ve duygu odaklı başa çıkma stratejilerini aktarmışlardır.
Problem odaklı başa çıkma stratejileri, çözüme yönelik alternatiflerin ortaya konulmasına ilişkinken duygu odaklı başa çıkma stratejileri hayal kurma, kaçınma, kendini suçlama gibi kişinin stresöre yönelik duygusunun değiştirilmesine ilişkindir.
Genellikle stresörün kontrol edilebilir olarak algılandığı durumlarda problem odaklı, kontrol edilemez olarak algılandığı durumlarda duygu odaklı stratejilerin kullanılması daha işlevseldir.
Dirençlilik, iyimserlik, ruminasyon ve savunma mekanizmaları kişi içi başa çıkma kaynakları, sosyal destek ise kişi dışı başa çıkma kaynağı olarak ele alınmaktadır.
Kobasa (1982) tarafından ortaya konulan dirençlilik, yaşamın anlamlı olduğu, geleceğimizi kendimizin seçeceği ve değişimin ilginç ve değerli olduğu düşüncelerini içeren bir kişilik özelliğidir.
Bu kişilik özelliğine sahip olan insanlar stres ve acıyı var oluşun normal bir özelliği, yaşamın bir parçası olarak görürler.
İyimserlik, önceleri iyi şeylerin olacağına inanmaya ve beklemeye yol açan ve daha az stresle ilişkili olan bir kişilik özelliği olarak tanımlanmıştır.
Daha sonra Seligman (2007), öğrenilmiş iyimserlik kavramını ortaya koymuş ve iyimserliği açıklama stili ile ilişkilendirmiştir.
İyimser insanlar başlarına gelen olumsuz olayları dışsal, geçici ve duruma özgü olarak açıklamaktadır. Dirençlilik ve iyimserlik, stresle başa çıkma konusunda olumlu etkiye sahip olan başa çıkma yöntemleriyken ruminasyonun, kişi üzerindeki etkisi olumsuzdur.
Ruminasyon; kalıcı, yineleyen, kişinin kendine odaklandığı bir durumdur ve kişi, problemlerin yarattığı olumsuz sonuçları, duyguları analiz ederek çok uzun zaman harcar ve defalarca aynı problemleri düşünmek kişiyi daha da olumsuz bir hâle getirir.
Savunma mekanizmaları ise diğer başa çıkma kaynakları gibi kişiyi olumsuzluktan ve stresten koruyan mekanizmalar olsa da araştırmacılara göre bilinçdışı olmaları, hiyeraşik olmaları, göreceli olarak kalıcı olmaları ve özellikle ilkel düzeydeki savunmaların psikopatoloji ile ilişkili olmaları onları diğer başa çıkma mekanizmalarından farklılaştırmaktadır.
Son olarak sosyal destek ise kişi dışı bir başa çıkma kaynağıdır.
Özellikle zor zamanlarda kişinin çevresinden destek almasının strese karşı koruyucu etki yaptığı bilinmektedir. Sosyal destek, maddi destek, değerlendirme desteği ve duygusal destek gibi çeşitli biçimlerde olabilir.
Maddi desteğe örmek olarak paraya ihtiyacı olan bir insana yardım etmek, zor durumda olan birine bakım sağlamak örnek verilebilir. Değerlendirme desteği, kişinin tehdit ve o tehditle başa çıkma konusundaki değerlendirmesini yeniden tanımlayabilmesine ve bu şekilde stresten daha az etkilenmesine yol açabilir.
Duygusal destek, kişinin benlik saygısını destekleyerek kendini değerli hissetmesini hem de kendini ait hissetmesine yol açar.
Çatışma kavramına ilişkin kişi içi, kişiler arası, gruplar arası, ülkeler arası olmak üzere çok çeşitlilikte tanımlar mevcuttur.
Bu ünitede kişi içi ve kişiler arası çatışma kavramı ele alınmaktadır. Kişi içi çatışma, kişinin zihnindeki bilişler arasında uyumsuzluk ya da tutarsızlık olduğunda yaşanır.
Bu çatışmalar yaklaşma-yaklaşma çatışması, yaklaşma-kaçınma çatışması ve kaçınma-kaçınma çatışmasıdır.
Bir insan, iki çekici alternatif içeren bir durumda birini seçmek durumunda kalırsa yaklaşma-yaklaşma çatışması yaşar.
Bir kişi hem olumlu hem de olumsuz özellikleri içeren tek bir durumla başa çıkmak durumunda kalıyorsa yaklaşma-kaçınma çatışması yaşayacaktır. kaçınma-kaçınma çatışması da iki alternatifin de eşit derecede olumsuz sonuçlarla ilişkili olma durumudur.
Kişiler arası çatışma, kişiler arası çatışma bir kişinin diğer kişiyi kendi çıkarlarına ters ya da çıkarlarını olumsuz etkileyen biri olarak algıladığında ortaya çıkan kişiler arası süreçtir.
Çatışmanın birey üzerinde yaratacağı stres aslında çatışmanın varlığından ya da çatışmanın ne konuda olduğundan ziyade kişinin onunla nasıl başa çıktığına bağlıdır.
Çatışma ile başa çıkma konusunda birçok model önerilmiştir. Burada bu modellerden Blake ve Mourton (1964) tarafından önerilmiş olan model aktarılmıştır.
Araştırmacılar, modellerinde iş birliği ve girişkenlik boyutlarını belirlemişler ve bu boyutların kombinasyonlarına bağlı olarak farklı çatışma ile başa çıkma biçimleri ortaya koymuştur.
İlk stil girişkenliğin yüksek ve işbirliğinin düşük olduğu rekabettir. Bu biçimi kullanan birey, kendi çıkar ve ihtiyaçlarını ön plana koyar. İkincisi yüksek düzeyde iş birliği ve girişkenliğin birlikte kullanılmasını içeren ortak çalışmadır. Oldukça zaman, enerji ve bağlılık gerektirir.
Kaçınma bir ya da iki taraf için düşük düzeyde iş birliği ve girişkenliği içerir. Zaman kazandırma ve çatışmayı sakinleştirme gibi avantajları vardır ancak uzun zaman kullanılması fonksiyonel değildir.
Uyum sağlama, iş birliğinin yüksek, girişkenliğin düşük olduğu stildir. Bu biçimde kişi diğer tarafın ilgi ve ihtiyaçlarını ön planda tutar.
Son olarak, uzlaşma, işbirliği ve girişkenliğin karşılıklı kabul edilebilir bir çözüme ulaşmak için orta düzeyde kullanılmasıdır.
“Tutum, bir bireye atfedilen ve onun bir psikolojik obje ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenli bir biçimde oluşturan bir eğilimdir”
Tutum, gözlenebilen, ortaya konan bir davranış değil; davranışa hazırlayıcı bir eğilimdir. Ayrıca tutumlar, olayları incelemede ara değişken olarak kullanılabilirler.
Tutumlar, bireyin düşünce, duygu ve davranış eğilimlerini birbiriyle uyumlu kılması açısından işlevseldir.
Tutumlarda genel olarak birbiriyle uyum hâlinde bulunan üç faktör, yani tutum ögeleri vardır: Bilişsel, davranışsal, duygusal öge.
Tutumların çoğunun yaşamın erken dönemlerinde, tutum objesiyle olan kişisel yaşantılardan kaynağını aldığı ileri sürülmektedir.
Doğrudan deneyimler yoluyla edinilebileceği gibi tutumlar pekiştirme, taklit, sosyal öğrenme ile de oluşmaktadır.
Tutum-davranış ilişkisini açıklamaya yönelik gerçekleştirilen çalışmalarda davranışı açıklamak için tutumların anlaşılmasının tek başına yeterli olmadığı, bu doğrudan ilişki yerine başka bir etkenin tutum ile olan karşılıklı etkileşimini göz ardı etmemek gerektiği konusunda ortak bir görüş ortaya çıkmıştır.
Tutumların ölçümü doğrudan veya dolaylı ölçümler ile yapılmaktadır. Doğrudan tutum ölçümünde Thurstone, Likert, Guttman ve Duygusal Anlam ölçekleri kullanılmaktadır.
Başlıca dolaylı tutum ölçüm teknikleri ise davranışları gözlemlemek, hazır bilgiden yararlanmaktır.
Ayrıca insanların mekanı nasıl kullandıklarını gözlemleyerek tutumları hakkında dolaylı yoldan fikir sahibi olunabilmektedir.
Hakkında az bilgi sahibi olunan gruplara yönelik tutum geliştirmek için başkalarından duyarak, okuyarak edinilen bilgileri bir araya getirerek o grup hakkında kısa yoldan bir fikir sahibi olmayı sağlayan kalıp yargılar olumsuz olduğu gibi olumlu da olabilmektedir. Kalıp yargıların bir sonucu da ayrımcılıktır.
Ön yargı, tutumken ayrımcılık bir davranıştır ve bütün bir grup insana ya da bir grubun tek tek üyelerine karşı yöneltilmiş haksız eylem ya da eylemlerdir.
Konu ile Alakalı Benzer Konular | |||||
Konular | Yazar | Yorumlar | Okunma | Son Yorum | |
[Resimli] Örgütsel Davranış 2. Ünite Ders Notu | Editör | 2 | 4,367 |
14.09.2015, Saat:14:39 Son Yorum: Orkun Demiral |
|
[Resimli] Örgütsel Davranış 1. Ünite Ders Notu | Editör | 1 | 4,381 |
11.09.2015, Saat:12:43 Son Yorum: Nisa.halil |
|
[Resimli] Örgütsel Davranış (Vize) Ders Notları | Editör | 0 | 9,795 |
10.04.2015, Saat:21:52 Son Yorum: Editör |